26 Aralık 2012 Çarşamba

Sözyaşlarım

Sözyaşlarım

"Ah bu hayat bir podyum olsa, seyircileri de dilsiz olsa, hiçbir şeye aldırmazdı salkım saçak yüreği; Onun küçücük bir dünyası olsa, adı da İstanbul konulsa, gerçek olurdu bütün hayalleri"

Gelinliğini giymiş yedi tepeli şehrin mücevheleri parıl parıl parlıyordu yıldızsız karanlıkta; çığrından çıkmış kar tanelerini sayarak, kendisini uyutmaya çalışıyordu kışın ortasında.
O bugün huysuzdu, mutsuzdu. Duvağını yere atıp, siyah saçlarını savurdu.
Ruju dudaklarından silinmiş, yaşları pembe yanağına inmiş.
Aynaya baktı, gülümsedi. Bu gece dağıtmak istedi kendisini...
İstanbul bugün terkedilmiş gibiydi nikah masasında; Kalbi kırık, intikam peşinde, insancıkları teşhir ediyordu hayat tezgahında...

Devir yüreksizlerin devriydi. Hiç birileri hiçbirşeye aldırış etmezken, şükretmeyi çoktan unutmuşlardı belki. Gözlerinin görmesi neye yarardı ki kör olmuş bir ruhun? Bu yüzdendi doğruya çıkmaz yollar, bağıran yalanların kahkahası eşliğinde yok olan bir umudun... İnsanlar şeffaf değildi ki içindeki rengini bilesin; Ve nitekim hiçbir zaman bu kadar zor olmamıştı yürümek bu yaşam serüveninde...


Kızartılmış kestanelerin kokusuyla karışımıştı soğuk rüzgar. Pembe atkılı kız İstiklal'den yürürken asağı, adımları hızlanıp, karışıyordu pusula bildiği kalp sesine. Üşüyen avuçlarını dua edercesine göğe açarken, içine bir kar tanesi kondu. Tuhaftı, lakin oydu yüreğini ısıtmaya başlayan.

Bu gece onun sözyaşları vardı. Ne gözden damlayan bir yaş kadar cesur, ne de dilden dökülen basit bir söz kadar ürkek...

Ya hep ya hiç! Yaşam marjinaldi onun için. Bu yüzdendi hep varolma çabaları, yokolmaya mahkum olan hi
çlikler içinde. Ve insanlar bilemezdi ki herşeye rağmen var olmanın kolaylığını, hala hiçbirşeye rağmen var olmaya çalışan yürekler varken; Nitekim olması gerekenler olmuşken, o da yapması gerekenleri yapmıştı artık... 

Ve o bugün çok üzüldü; Kalbinden sildiği her insana. En çok bundan sonra onları düşünecek hiç kimseleri kalmadığına. Bir veda şarkısı vardı kırmızı dudaklarını süsleyip, yol boyunca kar tanelerine fısıldadığı. "Hoşçakal" dı galiba son sözleri, böyle bir ayrılığa yakıştırdığı...
 

Ve gece yavaş yavaş çekerken elini şehrin üstünden, gün doğmaya başlıyordu yeniden...

"Ah İstanbul, ayarın yok muydu senin? Belki de cazibendir senin bu dengesizliğin..."


Yasemin Göker/En sevdiğim şehire ithafen

28 Kasım 2012 Çarşamba

"Oysa ki ben koskoca bir okyanusu kâğıttan bir gemiyle geçmeye çalıştım.."

"Oysa ki ben koskoca bir okyanusu
kâğıttan bir gemiyle geçmeye çalıştım..."


Yıldızlar kayıyordu karanlık bir gecede.
Semanın siyahı denize karışıp, onunla bütünleşmişti sanki; Artık yer gök aynı renge boyanmıştı. Karanlığın rengine. Gökyüzünde parlayanları, deniz yansıtmaya çalışırken, hep biraz daha bulanık, hep biraz daha belirsiz geri gönderiyordu. Buydu aralarındaki tek farkı yaratan.

Kıyıda küçük bir adam duruyordu. Küçük bir adam, fakat büyük hayallerle. Cebinden c
ıkarmış kağıttan gemileri deryalara azad eden. Elindeki ağı denize atıp, suya düşmüş yıldızları tutmaya çalışan. Ağı çıkardıkça burnuna gelen keskin yosun kokusunun haricinde hiçbirşey tutamayışının derin hüznünü yaşarken kendisine itiraf etti...

O bir küçük adamdı, boyunu aşan büyük hayallerle.

Yasemin Göker

14 Kasım 2012 Çarşamba

Nokta

Ya kendinin esiri olursun, ya da başka birisinin...
Esarette büyüyen bir aşk ac
ınacaktır kafese kapatılmış bir kuş misali...
Oysa o hür olmalıdır, hakikate doğru uçabilmesi için...
 

Ve anladım ki asıl aşk kurtulmakmış bendeki senden...
 

Nokta.

Yasemin Göker
14.11.2012

24 Ekim 2012 Çarşamba

Kahraman ve Trajedi

Kahraman ve Trajedi

"Uykusuzluktan gözlerim yan
ıyor, ama uyuyamıyorum...
Saat kaç bilmiyorum, ama birçok şeye geç kalınmışlığın kekremsi tadı var damağımda. 
Onların yırtılmış ruhlarını dikmekten parmağım nasır tuttu. Eskisi kadar yumuşak değil parmak uçlarım; Aynaya bakarak yüzümü okşarken farkettim...
Bir kere de "Sen nas
ılsın?" diye sorsalar ya bana; Sanki hiçbir zaman solmayacakmışım gibi...
İşte ben de bu yüzden Sonbahar'a aşığım...

Gökyüzü yine ağlarken genç kız gri kaldırımlarda cesurca karanlığa doğru adımlarını atıyordu. Korku denilen duygu hafızasından silinmişti sanki. O artık bir süper kahramandı. Seksi taytlısından değildi belki, ama yüreklisindendi şüphesiz. Herkes dünyayı kurtaran adamı bulmuşken, o yağmurdan ıslanmış pelerinini yerlerde sürükleyerek arkasından çekiyordu. 
"Boşver" dedi s e s s i z c e kendi kendine. Bir an için duraksadı. Kafasını bir sağa bir de sola çevirirken, etrafında kimsenin olmadığını farkederek rahatladı. Hayır, insanların düşünceleri pek umrunda da değildi hani, ama...Bir de şu "Ama"lar olmasa. Dünyanin en gereksiz kelimeler kategorisinde birinciliği kazanabilirdi kuşkusuz. "Keşke" de o cinstendi tabii. Hele "Herşey olacağına varır" gereksiz cümlelerin en önde gideni, hatta küfürdü belki. Neyse. Hayırlısı olsun. 

...Mutluluklarımı hep buruk yaşarım. Hiçbir zaman mutlu olduğumu bilmem, ancak her daim bir zamanlar mutlu olduğumu hatırlarım"

*  
"Show me a hero and I'll write you a tragedy." F. Scott Fitzgerald

Yasemin Göker


14 Ekim 2012 Pazar

Bir İstanbul Masalı: Yine aylardan Kasım

Bir İstanbul Masalı: Yine aylardan Kasım...
Katil ve Maktül


Sonbahar dalların son yapraklarını da döküp, rüzgarlarında savurmuştu... 

Ağaçlar öyle çıplak dururken, İstanbul farklı bir mevsime hazırlanıyordu... 
Dışarıda kar taneleri gökten dans ederek inip, tüm şehrin renklerini silmeye calışırken... 

...Üsküdar'da ellerini ısıtmak için mantosunun ceplerine saklamış genç bir kız duruyordu, heyecanla birşey bekliyor olsa gerekti ki hareketleri onu ele veriyordu.

En sevdiği ay
ı ona soracak olsalardı cevabı "Kasım" olurdu kuşkusuz; Ancak Kasım onun için sırf bir ay değildi, daha ziyade duygularının tablosu, yaşam sebebi, onca ilkbaharlara, yazlara katlanma nedeniydi...

Omuzunda bir el hissetti. Dokunuşu tanıdıktı. Tanımamak ne mümkün? Fazlasıyla ürkek, bir o kadar da sahiplenici. Hiç tereddüt etmeden omuzundaki ele dokundu soğuk elleri. Parmak uçlarıyla üstünde gezindikten sonra, sımsıkı avuçladı. Güneşte eriyen kar taneleri gibi birbirine karışmıştı parmakları...


Bir müddet İstanbul böyle bir huzur tablosuna şahit olduktan sonra, o an üstlerinden kız kulesıne doğru uçan martıların alaylı sesleri taraf
ından bölündü...

Yüzünü döndü; Önünde genç bir adam duruyordu. Görmeyeli fazla olmamıştı. İki, üç ay belki. Ama ona bir asır kadar uzakta gibiydi son buluşmaları...


Çok düşündü, çok sevdi, çok ağladı, çok nefret etti, çok suçluluk hissetti, sonra yine sevdi;
Yine çok düşündü, bu sefer daha çok sevdi, daha çok ağladı, daha çok nefret etti ve kendisini daha suçlu hissetti...

Sonra düşünmemeye karar verdi; Bu sefer sustu, sonra daha da çok düşünmeye başladı, daha da çok sevdi, daha da çok ağladı, daha da çok nefret etti, daha da çok suçluluk hissetti...ve yine sevdi...

Gece yarıları herkesten gizli buzdolabın kapağını açarak ustaca tasarlanmış bir ain çerçevesinde canavarca yalnızlığı son kemiğine kadar kemirerek, içine tıkayıp, yuttuktan sonra, on, belki de onbeş dakikaya kadar kusuyordu yalnızlık kelimesini oluşturan tüm harfleri...Daha sonra da geriye kalan içindekileri...


Bulimiaymış hastalığının adı; Tabii bu durumun hastalık olduğunu kabul etseydi...


Genç adamın gözlerine baktı. Gözleri suçlu bakiyordu. Bir cinayete tanık olmanın suçu değil de, cinayetin cünhakarının ta kendisi olduğunu itiraf eder gibiydi; İlk başta kendisine...


Tüm bunların artık birşey ifade etmediğini hissediyordu genç kız. Onun ona çiçek getirmemesi de, ya da hayalindeki gibi diz üstüne çökmüs bir kırmızı kadife kutusundan pırlanta yüzüğü çıkarıp, kız kulesinin muazzam güzelliği eşliğinde ona evlenme teklifi etmemesi bile...

O artık herşeyden vazgeçmişti. İlk başta hayırlısından, daha sonra da hayırsızından...

Ona gözlerini yumarak sarıldı. Gözlerini açtığında yanında kimse yoktu. Etrafa saçılan kar taneleri bir an için yeri süslemiş olsa da, aldatıcı sonbahar güneşinin altında firar eder gibi erimeye ba
şlamıştı bile...

İşte o an ölmek istedi. Unutulmak için değil de, tekrar hatırlanmak için belki...

Yasemin Göker


7 Ekim 2012 Pazar

Hatundur, yapar!

Hatundur, yapar!

Evde iki kardeşiz. Kendimden 6 yaş büyük bir ağabeyim var. Küçüklüğümden beri gözümün önünde bilhassa Türk ailelerinde sıkça rastlanan bir aile tablosuyla büyüdüm ben. Ben evde hanım hanımcık Barbie bebeklerime annelik yaparken, ağabeyim dışarıda ağaçlara tırmanarak, dünyaya meydan okuyordu. „Erkektir, yapar!“ derlerdi sırtını ovalayarak her defasında.

"Erkektir yapar!" i
şte böyle bir adaletsizliğin sorusuna verilen adaletsiz cevap...


Kendimi bildim bileli birbirine benzediklerinden ötürü birbirlerinden ayıramadığım teyzeler uğrar evimize. Onlar hep biraz tombuldur, Allah vergisiymiş şüphesiz. "Dedikodu yapmak o kadar günahken, iki kişi arasında konuşmakta sakınca yok-muş, canım. Laf arada kalır-mış elbet".

Adlarını Melahat farzet, zira meraklı teyzelerin adları hep Melahat'tır kuşkusuz. 


Klasik türk hanımı, klasik sorularını sorarken, klasik türk kızından, klasik cevaplar beklenir. Adet böyle. Böyle gelmiş, böyle gitmiş... Onlar "Evli misin?" diye sorarken,"Evli değilsen, seni oğluma alacağım" diye düşünen cinsten. Onlar „Aman ha, sakın erken evlenmeyin, bak ben evlendim de n'oldu?" diye nasihat verirken, içten içe "Hadi 20sinde iyi de, 30undan bir gün aldı mı evde kaldı" diye endişelenen türden. Onlar "Okuyun kızım, okuyun. Okumak iyidir, kendi ayaklarınızın üstünde durun. Devir değişti!“ diye vaaz ederken, "Ama yemek yapmasını da öğren" diye öğüt veren tarzdan aynı anda. 

Onlar Melahattı
r; Hayat üniversitesini bitirmişlerdir. Kendilerine benzememeni söyledikleri kadar, bir o kadar da çok benzemeni isterler.

Onlara göre Matematik förmüllerin arasında boğuşurken, pilav yapmanın formülünü de öğreneceksin,1 ölçek pirinç'e, 1.5 ölçek su kullanılır, yaz bunu bir kenara, kızım...


Bu yerler uykuya dalmış cadıların süpürgeleri tarafından silinirken, bulasaşıkları sihirli periler sihirli değnekleriyle yıkıyor mu sandın?

O yeri gelince anad
ır, eştir, aşçıdır, temizlikçidir, organizatördür. Doktordur, avukattır, mühendistir... 

Hatundur, yapar!

Yasemin Göker


3 Ekim 2012 Çarşamba

Çok yüksekten düştüm ben...

Çok yüksekten düştüm ben...

Sadi-i şirazî (İ
ranlı şair) : "Aşka uçma kanatların yanar" 


Hz. Mevlana : "Aşka uçmadıktan sonra kanatlar neye yarar?"


Benim de kanatlar
ım vardı; Ne bir melek, ne de bir kuş misali. Daha ziyade kozasından çıkan bir kelebek gibi. Etrafımı ördüm, içine saklandım. Çok zaman aldı ama ben sabrederek büyüdüm. Vaktim doldu. Kozamı parçaladım ve uçtum; Malum küçücük ruhumu aşan meçhul yükseklere...

Söylemeye cesaret edemediğin her kelimenin sessizliğinden beterdir, söylemiş olduğun her kelimeye rağmen geriye kalan sessizlik; Orası son duraktır; Bilirsin. Birinin bavulunu eline almış, parmaklarıyla sımsıkı tutup, raylarda beklerken, mutluluğun hızlı tren gibi yanıbaşından geçtiğini görürcesine..

Sahi kaç gün geçmişti mutluluğu terkedeli? Peki ya kaç gün olmuştu mutluluğun onu terkedeli?
Bazı şeyler artık o kadar uzakta kalmış gibiydi ki, kendisi bile yaşananlardan kuşku ediyordu. Gerçek miydi tutunmaya teşebbüs ettikleri?
Hatırlamak için telefonu eline alıp, bir numara çevirdi. Rehberine bakmaya gerek yoktu, zira numarayı her rakamına kadar ezberebiliyordu; Ezberi kuvvetliydi kuşkusuz. Telefon ilk kez çalarken, bir an için soluksuz kaldıİkinci kez çalarken hala nefesini tutuyordu. Üçüncü kez çalarken nefesini saldı. Dördüncü kez  çalarken telefonu uzağa tuttu; Artık arama sesi boğuk geliyordu. Bir an için rahatladı, yakınına tutmaya tahammülü yoktu çünkü. O "Dıt" sesi duvara bir çekiçle binlerce çivi vurulurcasına başını ağrıtıyordu. Öyle bir nefretti bu. Beş kere çaldı, altı kere, yedi kere, sekiz kere, dokuz kere. Onuncu çalmadan sonra birden "Tık" diye bir ses geldi, kalp atışlarının daha hızlı çarpmaşıyla beraber telefonu kulağına getirmesi bir oldu ve heyecanla "Nasılsın?" deyişini bir milisaniyesi içinde farklı ses tonlarda kafasında tasarlarken, banda kaydedilmiş bir kadın sesinin "Aradığınız kişiye şu anda ulaşılamıyor, lütfen daha sonra yeniden deneyin" demesiyle hayal kırılığına uğradı...
Yine.
Sustu. Üstelik telefonunu sessize aldı
...
Sahi kaç gün geçmişti mutluluğu terkedeli? Peki ya kaç gün olmuştu mutluluğun onu terkedeli? 

Çok yüksekten düştüm ben. Yağmura yakalanıp, kanatları birbirine yapışan bir kelebeğin can çekişi gibi...

Yasemin GÖKER

25 Eylül 2012 Salı

Onu yanımdayken bile özlüyorum...


Onu yanımdayken bile özlüyorum...

Önsöz:


'Koskoca bir yaz katledildi sonunda. Geç bile kalındı. Ve biz bu katliamın sessiz tanıklarıyız artık. 

Ben yazın tahammülsüzüm, tatsızım; Güneşin altında yanacağıma, rüzgarlarda savrulmayı tercih ederim...
Bazıları ilkbaharı beklerken, ben sonbaharda yeniden doğanlardanım; Öylesine özlemektir bu...'

Dün hava alanındaydım. Bir elimde bavulum, diğer elimde pasaportumla gitmeye hazırlanırken, etrafımdaki insanları izledim. Herkes birşeyin telaşına kapılmış, firar ediyordu, hayatı hızlı ileri yaşamak istercesine. Bazıları ağlayıp, bağıran çocuklarını susturmaya çalışırken, digerleri 20 kg bagaj limitini çoktan aşmıs, etrafta fazla yükü olmayan birilerini arıyordu. Bu tablo başımı ağrıtırken çok farklı bir kare gözüme takıldı...


Genç bir erkek, bir tane de kız bu insanların çemberinin tam ortasında etrafında olanlardan habersiz, o anı filmlerdeki ağır çekim modunda yaşıyor gibilerdi sanki. Bakıştılar; genç çocuk kızın yanağından damlayan yaşa parmaklarının uçlarıyla dokundu, ama silmedi. Silmeye kıyamadı.

Gözlerim doldu. Ne kadar zordur sevdiğin bir insana veda etmek; Bilirim. 

Öylece dururken, elleriyle yüzünü avuçlarına alıp, bakar rengini bile tarif edemediğin o güzel gözleriyle; Öyle birşeydir ki aşk, hiçbir tasviri layık göremezsin ona, zira onu layığıyla anlatacak hiçbir kelime yoktur gözünde. Aşk boyutsuzdur, çıplaktır, dilsizdir...İste öyle seversin sen onu. 
Yanağına düşen kirpiği parmaklarının uçlarıyla alıp "Bir dilek tut" dediğinde bile, içten içe Allah'tan seni dilediğine dua edersin, keza senin onu dilediğin gibi. Sonra saklarsın sevgilinden emanet aldığını en sevdiğin romanının en sevdiğin sayfasının arasına...
Daha önce söz vermişsindir kendine, ondan habersiz bu şehri odasına not bırakarak sessizce terkedeceğine, çünkü öyle ağır gelir ki vedalar sana. Ayağına iple bağlanmış taş gibi batarsın denizin tam dibine...Yapmak istersin, ama yapamazsın. Aşk öyle bir çelişkidir işte.
Sonra o gün öyle bir gelir ki...
Otobüse binmek üzereyken, bir daha dönüp, tekrar sarılırsın onun boynuna. Zor tutarken göz yaşlarını, son bir kez yüzüne dahi bakmaya gücün yoktur. Aşk öyle korkaktır işte. Bindiğinde düğümler çözülür, ağlarsın. İnsanlar bakar, umrunda olmaz. Aşk öyle umursamazdır işte.Onlar nereden bilebilir ki bundan sonra senin için "Burası" olan, onun icin "Orası" olduğunu...

O kadar zordur ki bu ayrılık; Zira sen onu yanındayken bile özlersin...


Son söz:


'Kaybetmekten değil, yitirilmekten korkuyorum...Öylece aldatıcı bir sonbahar gününde'


Yasemin GÖKER

2 Eylül 2012 Pazar

'Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen'

'Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen'

Zor olanı seçerim her defasında, zira ben kolay ulaşılan şeylerin değerini hiç bilmemişimdir.
Annem bana bu sebepten dolayı hiçbir zaman gerçek mutluluğu bulmayacağımı söyler hep. Mütevazi şeylerle yetinememek gibi birşey değil bu, aksine: Bir kedi annesinin çöp tenekesinin yanında yavrularının karınlarını doyurmalarını beklediğini görürken bile gözlerim dolar. Biraz hüzünden, biraz da sevgiden. Allah vergisidir, en yüksek ses tonumla garip garip sesler çıkarırım. Onları kucağıma alıp, koruyasım gelir tüm kötülüklerden. İlk başta insanlardan. Hazır insan demişken:  En büyük korkularımdan biri de bana çocuk muamelesi yapılmasıdır. Bu nadir bir durum değil. Yaşımdan her zaman küçük görünmüşümdür. Belki de tavırlarım öyledir, bilemiyorum. 'İlerleyen yaşlarda bu duruma sevineceksin, bak görürsün!' derler bana her defasında. Ama şimdilik sevinemiyorum. Bana 'Siz' yerine 'Sen' diye hitap edilmesinden nefret ederim mesela. O an kişiliğimi hemen ispatlamak zorundaymışım gibi, bir düellonun tam ortasında bulurum kendimi; Bir elimle kılıcı kınından çıkarmaya çalışmamla, kılıcı kendime doğru saplamamla bir olur her defasında.

Bir insan var hayatımda. Kendimi bu ilişkide 20 senelik evli bir ev hanımı gibi hissediyorum. Temizlikte benden titizi yoktur. Kalp kırdığı zaman, ardından benim süpürgeyle kalbimin tüm kırıklarını küreğe toplayıp, çöpe atan. Üstünden bir de ıslak bir bezle geçerim, yerleri tekrar hiç kirlenmemişcesine parıl parıl cilalamak için. O hep gereğinden fazla kırıcıdır, ben ise gereğinden fazla kırılganım onun gözünde...


Ancak sorarım kendime: İhbarda kendisi bulunan bir insanın, davadan şikayetci olmaya hakkı var mıdır?

Mesela olur ya günler, bazen haftalar öncesi bir buluşmayı planlarsın. Hatta söyleyeceğin her kelimeyi etrafı çiçeklerle süslenmiş kağıtlara yazıp, vurgulamak istediklerinin üstünden pembe bir floresan kalemle geçerken, diğer yandan da sesli okursun herşeyi; Zira birisini birşeye inandırmak için, önce kendini inandırmak gerekir...
Sayılı gün çabuk geçermiş. Buluşmaya beş dakika kala kalbim yerinden fırlayacak gibi olsa da, içimdeki avukat hakimin önünde daima metanetle durmamı ögretmiştir bana. Duruşma başladığında, savcı savunmaya geçmemi rica ederken, pembe dosyaları elinden düşürürüm. Havada uçusan belgeleri toplamaya çalışırken, son koz olarak beceriksizce cübbemin kolunu yelpazelerim, içinden daha önce sakladığım kelimelerin düşeceği ümidiyle; Ama daha önce her harfin üstüne yüzlerce dikiş atılmışçasına öyle dururlar oldukları yerde. Hakim kırmak üzereyken kalemini, bir 'Hakim bey, itirazım var' bile çıkamamıştır ağızımdan. İşte o an içimdeki avukatın davayı kaybetmesiyle beraber, sanıkla yer değiştir. Bu yetmiyormuş gibi bir de susma hakkımı kullanırım...
Bunun gibi birşey işte, böylece aldatıcı bir yaz gününde. Sanırım kendimi çok özledim. Velhasıl hiçbir zaman bu kadar bekletmemişti kendisini...

Yasemin GÖKER

5 Ağustos 2012 Pazar

Bu akşam kendimi kutladım; Hem de tek başıma

Bu akşam kendimi kutladım; Hem de tek başıma

Bu akşam kendimi kutladım; Hem de tek başıma.
"Yalnızlık" diye küfretmem ben bu halime, zira ben yalnız değilim. Bu gece ne bir ses vardı, ne de bir renk; Yalnızca ben. Kapakları özentisiz basılmış, kalitesiz kağıtlarının silik harflerle süslenmişliğinden ötürü okumakta zorluk çektiğimiz korsan kitaplar aleminden çok öte bir dünyacık bu; Benim dünyam.
Oturdum deniz kıyısına.
Gece o kadar ağır çökmüştü ki üstüme, neredeyse ellerimle dokunacak gibiydim. Islak kumu süslerken küçücük rengarenk taşlarla, bir de çomakla suya harfler yazmayı denedim. Olmadı; Olmaz tabii. Nedir bu aptallık? İmkansızlığın farkındalığında, sonu belli olan birşeyi yine de ısrarla denemek? Mantık konuşsa da, gönül susturmasını bilir; "Bu sefer ya olursa?" diye fısıldar henüz masumiyetini yitirmemiş meraklı bir çocuk gibi. Ama uzun sürmez, terbiye edilir içimizdeki yetişkin dev tarafından.
Deniz taşacak gibi oldu bir an. Dalgalar bir gelip, bir kaçarken daha önce kuma yazdığım taştan harfleri de içine alıp, sildi. Fakat üzülmedim, üzülemedim.

Aay,05/08/2012
Yasemin GÖKER

24 Haziran 2012 Pazar

Cebimdeki Hacıyatmazlar

Cebimdeki Hacıyatmazlar


"Ben bu aralar yalnız olmak istiyorum." Yalnız kalmak değil, sadece yalnız olmak, anlatabildim mi? 
Geride uzun bir yol bıraktım, kalbimin saçılan tüm parçalarını teker teker, adım adım topladığım; Parçaları cam kırıkları gibi parmağıma batan, hala birşeyler hissedebildiğimi hatırlatıp, bana acı çektirenin aslında kendimin olduğunu anlatan...
Akşamları eve gider, ağlardım, rimellerim akardı. Bazı şarkıları dinleyemeyecek kadar güçsüz, eski fotoğraflara bakıp, canımı acıtacak kadar bencildim ben zamanında. 
Ve bir insan vardı hayatımda, kalbinin soğukluğundan üsüteceğinden korkupta, üstüne defalarca battaniye örttüğüm; Fakat sihirbaz değilim ki ben, şapkamdan çıkarabileceğim hiçbir tavşan kalmadı...
Etrafımdaki insanların hayatlarından çaldığım kareleri kendime yakıştırırken yakalardım kendimi. Onlar "Herşeyin bir zamanı var" derlerdi ya utanmadan, artık ben de anladım...
Saatler geçti, günler geçti, haftalar geçti; aylar bile;  Ve zaman doldu.
Artık böyleyim; Hep böyle değildim, ama böyle oldum...


Bir zamanlar...
İnsanlar başlarında yağmur bulutlarıyla gezerken, ben de her defasında sırılsıklam olurdum üstüme vuran damlalarından; Bazen üşütürdüm. Ne yazık ki sırf vücudumu değil, kafamı da.  Fakat artık şemsiyemi açıyorum böyle durumlarda.
Önceden savrulur dururdum rüzgarlarında; Yeller ile dansımız sona erdiğinde şaskına dönerdim. Artık kasırga olsalar dahi kanatlanır uçarım; Aşağıdan seslenirler artıkısrarla duymamazlıktan gelirim ; çünkü bu hayat daha şirin duruyor tepeden bakınca... 
Zorla tırmandığın zirveden manzarayı seyretmenin keyfini yaşarken, seni tepeden itmek isteyenin sayısı bol olur. Fakat kediler dört ayak üstüne düşerken, ben de artık iki ayaklarımla yere vururum. 
Marifetleri boldur, nasıl unutabilirdim? Part time inşaat işcisi kılığına bürünüp kuyu kazmasını da bilirlermiş; Koşarak kuyuya doğru gidip, onları aldatırken, hız kazandıktan sonra yüksek atlayısımı da sergilerim artık...
Onlar hala organize işlerle meşgul, ben ise artık feshimi bildirdim...

Çünkü hayat kaldırmaz bu kadar inceliği, etrafta onca kaba insan varken...

İnsanlar hayatın başrollerini kaparken, hala seyirci alanında mutlu sonu beklemek ne kadar saçma! Hayatının senaryosunun yazarı olmak varken...
Bu yüzden...


Artık ceplerimde hacıyatmazlarım var benim, böyle durumlarda çıkardığım, toparlanmak benim için çocuk oyuncağı; Hayat güzel bana, ben güzel olunca...


Sevgili annemin bana söylediği gibi "Kaybetmekten hiçbir zaman korkmayacaksın, kızım! Eğer birşeyi kaybedecek olursan, zaten kaybedersin!"


...Ve ben artık kaybetmekten korkmuyorum.
Hayallerini 7 tepeye siığdırdın. Elinde bir kağıt, bir de kalem! Daha ne duruyorsun? Gereği düşünüldü, artık yaz, kızım...


Yasemin GÖKER